Amerika Rüyası-2: Tampa&Orlando

HER SEYAHAT KENDİNE DOĞRU YAPTIĞIN BİR YOLCULUKTUR….

Hayatımın hiç de yolunda gitmediği bir dönemde “uzaklara gitmenin tam da zamanıdır” deyip sırt çantamı aldığım gibi düştüm Amerika yollarına. Hani her şeyin üst üste geldiği, nefes dahi alamadığınızı hissettiğiniz anlar vardır ya, boğazına yerleşen kocaman bir yumruk ile yaşamaya çalıştığınız, günmüş geceymiş umurunuzda olmadığı anlar… Benimki de öyle bir andı.

Her gidilen yer kendine doğru yaptığın bir yolculuktur aslında. 18 saatlik Amerika yolculuğumda, yol boyunca kendimle hesaplaştım. Kendime kızdım, kendime güldüm. Ve asla giderken var olan Ayşegül olarak dönmedim gittiğim yerden. Değişmiş, kırılgan yerlerini törpülemiş, kaçmak yerine hayatı kaçırmamak için mücadele eden bir Ayşegül ile karşılaştım. Her seyahat, yeni insanlar yeni yerler demek değildir sadece,  aksine sizin bile hayal edemediğiniz bir macera,   yepyeni bir  “ben” olarak dönmenin ufak bir adımıdır aslında. Tüm bunları düşünerek çıktığım, sırt çantama kendi hesaplaşmalarımı koyduğum Amerika yolculuğumda hayal bile edemediğim tecrübeler edindim.  Yalnız gezen kadın kendini fark eden en çok da yalnızken kendini güçlü hisseden kadındır gerçeğine inanarak, kulaklığımda Erkin Koray’ın en sevdiğim şarkısını dinleyerek ;

“Bir gece karanlık bir gece yola çıktı.

  Etraf ıssızdı.

  Birden bire duydu bir gitar sesi

  Etraf ıssızdı cesur bir kızdı.”

Amerika uçsuz bucaksız bir ülke. Keşfedilmeyi bekleyen bir sürü yeri olan bambaşka bir kültür. Amerika gezimin ilk kısmı olan Miami’yi daha önceki yazımda sizlerle paylaşmıştım. Ben bu yolculuğumda Amerika’nın Florida eyaletine bağlı Tampa şehrini ve  senelerce hayalini kurduğum NASA’nın Orlando’daki ziyaretçi üssünü gezdim.

Tampa, Florida eyaletinin en güzel şehirlerinden birisi. Nüfusu 390 bin civarında olmasına karşın turizm bu şehirde oldukça geliştiğinden şehir bir hayli kalabalık. Yaz kış sıcak olan bu şehirde her mevsim şort tişört gezebilmenin harikalığı var. Kış aylarında yağış alıyor ancak yine de söz konusu durum hava sıcaklığını etkiler nitelikte değil.

Tampa’daki ilk günümde olmazsa olmaz diye nitelendirilen “Busch Gardens Tampa Bay” isimli eğlence merkezine gittim. Tüm günümü burada geçirdiğim diyebilirim.

Burası kocaman bir alan. Adeta bir harikalar diyarı. Çeşit çeşit hız trenlerinin, roller costerların olduğu, gez gez bitmeyen ve hiç görmediğimiz hayvanların bulunduğu hayvanat bahçesine sahip olan, adım başı bir etkinliğin olduğu geniş bir masal dünyası adeta.

Giriş bileti tek kişi için 89 dolar. Giriş için ücret ödedikten sonra her yere girebiliyor her oyuncağa sınırsız binebiliyorsunuz. Verdiğiniz parayı sonuna dek hak eden bir yer diyebilirim. Burayı gezmek bir tam gününüzü rahat bir şekilde alıyor. O oyuncaktan diğerine koşarken çok eğlendim.

Yükseklik korkusu olan ben, bir daha bu deneyimi yaşayamam diyerek “Cheetah Hunt” , “Sheikra” gibi yüksek hız trenlerine çığlık çığlığa da olsa bindim. Her seferinde de “ Bir daha mı binsem” diye kahkahalar attım. Hayatımda yaşadığım en güzel deneyimdi diyebilirim. Busch Gardens’da yemek yerleri de adeta diğer yerler gibi büyüleyici bir masal tadında. Yemeğinizi yerken bir yandan da müzikal tadında yapılan gösterileri izleyebiliyorsunuz. Yemek ücretleri çok pahalı değil.  Buraya yolunuz düşerse bir gün mutlaka ama mutlaka taco yemeyi ihmal etmeyin. Orada yediğim taconun tadı hala damağımda.

İkinci gün  Henry B. Plant Museum denilen alana doğru yol aldım. Burada yaşayan kardeşim sayesinde araba ile çoğu yere ulaşmak oldukça kolay oldu benim için ancak taksi yahut toplu taşıma ile de buraya gelmeniz mümkün.

Tampa Downtown’da yer alan bu müze, 1880 yılında Henry Bradley Plant tarafından inşa edilmiş. Bugün bir kısmı müze olarak kullanılan bu şahane yapı aynı zamanda otel olarak kullanılıyor. Tampa Nehrinin tam kenarına inşa edilen bu harika yapı mutlaka görülmeye değer yerlerin başında geliyor.

Tampa Nehri’nin kenarı bir yürüyüş yolu olarak kullanılıyor şu anda. İnsanlar Tampa River Walk denilen bu yerde uzun yürüyüşler yapıyor, paten kayıyor. Buradaki kalabalığa karıştığınızda sizi güler yüzlü insanlar karşılıyor ve onlar ile ister istemez bir muhabbet içine giriyorsunuz.

İkinci günün akşamında gece hayatı ile ünlü Ybor City’e gittik. Burası her çeşit ve kültürden restoranların ve barların olduğu, özellikle hafta sonu kalabalık olan eğlence caddesi.

Burada İstanblue isimli bir Türk lokantası dahi var. İnsanlar süslenmiş bir halde sokakları dolduruyor. Herkesin özenli giyim tarzı oldukça dikkatimi çekti ve çok mutlu oldum. Jazz salonlarından, Disco tarzı yerlere kadar geniş bir yelpazeye sahip olan bu caddede seveceğiniz tarzda bir yer bulmamanız imkânsız. Amerika’ya geldim ve rakı balık yapmayı özledim diyorsanız burası sizin için doğru bir yer olacaktır. Ama ben genelde gittiğim yerlerde Türkiye’de yeme imkânı bulamadığım yemekleri tercih etmeyi sevdiğim için Türk restoranlarından oldukça uzak durduğumu söyleyebilirim.

Akşam yemeğini burada çok meşhur bir hamburger zinciri olan “Five Guys” isimli bir hamburgercide yedim. Hayatımda yediğim en güzel hamburgeri yedim burada. İşin güzel kısmı hamburgerleriniz hazırlanırken bir çuval içerisinde yer alan kabuklu fıstıklardan istediğiniz kadar alıp atıştırıyorsunuz. Hamburgerinizin yanında ise sınırsız içecek içiyor olmanız da cabası.

3.gün Tampa’da yer alan ve ismi Wat Mongkolrata Temple olan bir Budist tapınağına gittik. Burayı gelmeden önce duymuş ve oldukça merak etmiştim.

Pazar günleri burada Budist ibadetleri gerçekleşiyor. Nehrin kıyısına kurulmuş olan bu tapınakta Pazar günleri insanlar erkenden gelerek kahvaltılarını burada yapıyorlar. Kermes alanı gibi bir sürü yiyeceğin olduğu bir alan kuruluyor ve insanlar buradan aldıkları yiyecekleri nehir kenarında yer alan piknik masalarında yiyorlar. Tapınak alanında ziyaretçiler için ayrı bölmeler var. Her kültürden insanın geldiği bu tapınak ziyaret edilmeye değer. Onlar kendi inançlarını anlatırken, biz de görevliye secde kısımlarının Müslümanlar ile benzeştiğini söylüyoruz. 

Tapınaktan ayrıldıktan sonra Tampa’nın en büyük ve en eski Katolik kilisesi olan “Sacred Heart Catholic Church” a geliyoruz.

Eski mimari ve mozaik camın en güzel örneklerini bu kilisede görmeniz mümkün. Kiliseye girdiğimiz anda Pazar ayinine denk geldiğimizi görüyoruz. İnsanlar biz girdiğimiz esnada Papaz eşliğinde sesli ve şarkılı bir şekilde dua ediyorlardı. Daha sonra sıra ile herkes birbirine sarıldı ve biz de bir anda kendimizi bize sarılmak isteyen insanlar ile sarılırken bulduk. Daha sonra ayin biterken herkes bir sıraya girdi. Papaz tarafından sıradakilere kurabiye benzeri bir şey verildi. Bunu alanlar büyük bir kase içinde yer alan şaraptan birer yudum alarak ayinlerini tamamlamış oldu. Bu kilise görsel olarak da oldukça heybetli ve gösterişli bir kilise. O çizgi filmlerde gördüğümüz büyük kilise orglarını burada görmeniz mümkün.

En son olarak şehir merkezinden ayrılarak Tampa’nın en ünlü sahili olan ClearWater isimli semtine gidiyoruz. Burası tam bir şölen yeri .

Pazar günü olması nedeniyle sokaklar tıklım tıklım insan dolu idi. Clearwater plajı bu zamana dek gördüğüm en güzel plajlardan birisi.

Kumlar un gibi bembeyaz. Denizi ise tertemiz. Bu civara gelirseniz burada denize girmeden gitmeyin mümkünse. Biz gittiğimizde hava rüzgarlı olduğundan biraz da serin olduğundan dolayı giremedik ama bir gün yolum yine düşerse mutlaka ama mutlaka gireceğim.

4.gün biraz dinlenme maksatlı, biraz da kardeşimin yüksek lisans eğitimi gördüğü yer olmasından dolayı çok merak ettiğim Florida’nın en büyük üniversitelerinden biri olan “University of South Florida”  kampüsünü gezdik.

Hoplayıp zıplayarak fotoğraf çektirdiğimden bileğimi sakatlayan ben için oldukça acılı olsa da kampüsü gezerken oldukça eğlendim.

 Ve heyecanla beklediğim o 5.gün. Sabah erkenden araba ile yollara düşerek Orlando’da yer alan John F. Kennedy Space Center’a de doğru yol aldık. O kadar heyecanlıydım ki anlatamam. Senelerce sadece filmlerde gördüğüm, insanlık tarihi için oldukça büyük adımların atıldığı o mükemmel NASA merkezlerinden en önemlisine gidiyor olmanın heyecanı vardı. Ölmeden önce yapılması gerekenler isimli listemin en önemli maddesini de böylece gerçekleştirmiş olacaktım. Öyle de oldu. Buraya ziyaretçi olarak girmenin ücreti 50 dolar civarında. Ama inanın az bile istemişler diyebilirim. Benim gibi yıldızlara, uzayın gizemine, gezegenlere meraklı biri iseniz görmenizi şiddetle tavsiye ettiğim bir yer burası.

Önce kapıda kocaman NASA yazılı bir küre önünde fotoğraf çektirerek başladığımız NASA macerası bir simülasyon odası ile devam ediyor. Bu simülasyon odasında size 5 boyutlu bir gözlük veriliyor. Sıra ile içeri alınıyorsunuz. Boyut o kadar güzeldi ki ben içerde kendimi gerçekten uzay boşluğunda düşüyorum sanıp kardeşimin kolunu koparma boyutuna dahi geldim.

Burası 1968 yılından itibaren NASA‘nın bütün insanlı uzay uçuşlarında kullanılmış ve günümüzde mevcut üç uzay mekiğinin fırlatma ve gözetme tesisi olarak kullanılan uzay merkezi. Amerikan filmlerine konu olmuş o meşhur Atlantis mekiği de buradan uzaya fırlatılmış. Daha güzeli de Atlantis uzay mekiği ziyaretçilere hala burada sergileniyor.

Atlantis uzay mekiğini gördüğüm an tüylerimin diken diken oluşunu asla ama asla unutmayacağım. Uzay merkezinin belli bir kısmını yürüyerek belli bir kısmını ise otobüs ile geziyorsunuz. Otobüs ile gezerken otobüs şoförü size NASA’nın faal olan çalışma alanını, mekiklerin fırlatıldığı ve “Launch ped” denilen atış alanlarını anlatarak gezdiriyor.

En büyüleyici olan ise Aya çıkılan Apollo 11 e dair detayları burada görme fırsatınız oluyor. Hani hepimizin senelerce kitaplarda okuduğu Neil Armstrong ile özdeşleşen Apollo 11. 20 Temmuz 1969 senesinde Ay üzerinde yaptığı yürüyüşte söylediği ‘insan için küçük, insanlık için dev adım’ cümlesi bir an aklınıza geliyor. Ben de o an kendimi düşündüm. Burada olmam belki kimse için önemli bir durum değil ama benim için öyle büyük bir olaydı ki. Kendim için attığım en büyük adımdı.

Daha atılacak çok adım, dünyada keşfetmemi bekleyen milyonlarca yer var. Bundan sonra kalbim kırıldığı için değil kendim için, nefes almak için ve “ben” olmak için yollarda olacağım. Ne güzel demiş Michael Pain “Seyahat etme mikrobu size bir defa bulaştıktan sonra artık tedavisi yoktur. Hayatımın sonuna kadar bu mikropla mutlu bir şekilde yaşayacağımı bilmek çok güzel bir duygu.” Mikrobu kaptığıma göre bir sonraki rotada görüşmek üzere. 🙂

Yazı ve Fotoğraflar: Ayşegül Aydoğan

İletişim: aysegulaydogan85@gmail.com

Instagram: aysegul_av