CINQUE TERRE’DEN PORTOFİNO’YA
Eveet, nerede kalmıştık? En son valizleri toplayıp Cinque Terre’nin en sakin, en huzurlu köyü Corniglia’ya gitmiştik. Dağa, taşa toprağa da geleceğim ancak önce Corniglia’da kaldığımız dünya tatlısı pansiyonu anlatmak istiyorum: Rossi Tramonti sul Mare. Pansiyon aslında 80 küsür yaşındaki bir İtalyan teyzenin eviymiş. Kendisi üst kattaki dairesine taşınınca, inanılmaz manzaralı devasa odayı kiraya vermeye başlamış.
Yüksek tavanlı, İtalyan tarzı eski bir ev olan pansiyonun minik balkonunu (Aşağıda fotoğrafı var) ve rüya gibi manzarasını görünce küçük bir çığlık attığımı hatırlıyorum. Bu çığlığa takiben o balkon, tatilin Cinque Terre kısmında en unutamadığım yer oldu dersem abartmış olmam. Sırf o balkonda zaman geçirmek için sabahları yüzümü bile yıkamadan koşarak taze kruvasan ve kahve almaya gittim kaldığımız günler boyunca.
Yüksek tavanlı, İtalyan tarzı eski bir ev olan pansiyonun minik balkonunu (Aşağıda fotoğrafı var) ve rüya gibi manzarasını görünce küçük bir çığlık attığımı hatırlıyorum. Bu çığlığa takiben o balkon, tatilin Cinque Terre kısmında en unutamadığım yer oldu dersem abartmış olmam. Sırf o balkonda zaman geçirmek için sabahları yüzümü bile yıkamadan koşarak taze kruvasan ve kahve almaya gittim kaldığımız günler boyunca.
Corniglia’nın daracık sokaklarından birine açılan ahşap sokak kapısına anahtarı her sokuşumda aslında orada yaşadığımı hayal ettim. Yok yok! İstanbul’da yaşıyor olamazdım! Hatta öyle bir inandım ki hayalime, sırf o balkondaki iplerde çamaşır kurutmak için tatilin ortasında avucuma zor sığan kütük gibi beyaz bir sabunla elimde çamaşır yıkadım!
Corniglia’yı anlatmak kolay da, hissettirdiklerini anlatmak zor… Hani sabahın 6’sında yaz yağmuru bastırır, toprak kokusu elindeki kahvenin kokusuyla karışır ya? İşte tam öyle bir şey Corniglia!
Evet, balkonu iyice anladıysanız kornişlere geçeceğim. Şaka şaka, azcık dışarı çıkalım artık!
Corniglia biraz (bayağı) tepede olduğu için, minnak köy merkezinden kalkan miniş otobüslerle tren istasyonuna ulaşım sağlanıyor. Bunun yanında da hemen aşağıdaki fotoğrafta sadece bir kısmını gördüğümüz upuzuuuun bir merdiven bulunuyor. Göründüğü kadar korkutucu değil merak etmeyin, biz o merdiveni keşfettikten sonra bir daha otobüs kullanmadık.
Corniglia’daki restoranlar hiç de fena değildi, hatta yediğimiz en güzel mürekkep balıklı spaghetti Corniglia’daydı diyebilirim. Köyün içindeki daracık sokaklar gece 11-12’den sonra tamamen boşalmasa da büyük oranda sessizliğe gömülüyor yani öyle uuuu tatile geldik aman sabahlar olmasın durumu pek yok. Daha önce de bahsetmiştim; Trekking yapmaya giden turistler çoğunlukta, kaldı ki bizim bile orda da denize girelim, şuraya da tırmanalım, aman bunu da deneyelim derken akşam olunca bayağı pestilimiz çıkıyordu.
Yine de köyün daracık sokaklarından birinde geç saate kadar açık çok tatlış bir bar bulunuyor. Başka köylere gidip gece kaçta dönersek dönelim o hafif müzikli bar hep açıktı. Önündeki daracık sokaklara, merdivenlere yayılmıştı hep çakırkeyif insanlar. Onlar da Corniglia’nın huzur ve sessizliğine uyum sağlamış, kandaki alkole rağmen küçük harflerle en yumuşak tonlarda sohbet ediyorlardı ve en neşeli kahkahalarında bile pastel bir ton vardı.
Corniglia’nın dik kayalıklarının arasına yapılmış çok uzunca bir merdiven boylu boyunca aşağıdaki bakir koya uzanıyor. Yer yer muntazam, yer yer tehlikeli olabilecek kadar dik ve yamuk merdivenlerden uzunca bir inişin ardından berrak, tertemiz bir suya kavuşuyorsunuz. Ancak girmek ayrı bir maharet istiyor çünkü en ufak bir insan dokunuşu olmayan koyda denize kocaman kayaların üzerinden, nispeten daha uygun bulduğunuz bir yerlerden kendi çabanızla girmeniz gerekiyor. Denizin ve koyun güzelliği tartışılmaz, ama belki kayaların üzerine konacak bir iki minik merdiven giriş ve çıkışları daha kolay hale getirebilirmiş.
Efendim bu köylerin içinde bir de Manarola var ki, hani görünce nutkunun tutulduğu yerler vardır ya, tam da öyle! (Manarola’nın da denizden çektiğim bir fotoğrafını geçen yazıda paylaşmıştım.) Manarola’yı ilk kez önünden tekneyle geçerken kaptanın anonsuyla gördüm: “Manarola Manarolaaa!”
İkinci görüşümse, Corniglia’da kalırken akşam yemeğine gitmemizle oldu. Manarola’da birkaç defa akşam yemeği yemek dışında pek bir şey yaptığımız söylenemez. Bir defasında akşam yemeği saatini hafif kaydırdığımız için köy merkezinde boş restoran bulamadık. Manarola’nın dik ve dar merdivenlerini nefes nefese tırmanarak Tripadvisor’dan bulduğumuz Billy’s isimli restoranı aramaya koyulduk.15-20 dakikalık arama sonunda Billy’s’in kapalı olduğunu gördük ama bu bahaneyle köyün büyük bir kısmını, akşam karanlığında ve aç karnına da olsa gezmiş olduk.
Manarola’da memnun kaldığımız, yemeklerini beğendiğimiz yerler olsa da kesinlikle gidin diyebileceğim çoook çok özel bir restoran yok. Gerçi köyün içindeki Il Porticciolo’yu yine de not edin, yemeğe gidecek olursanız pişman olmazsınız ama mutlaka rezervasyon yapmayı unutmayın, kapısında kuyruk oluyor. Deniz kenarında bulunan Marina Piccola ise asla gidilmeyecek yerler listesine yazabilirsiniz!
Fakat asıl, Manarola’da öyle bir yer var ki; şu aşağıdaki fotoğrafı orada kokteylimi yudumlarken, oturduğum yerden çektim: “Nessun Dorma”. Manarola’yı hemen karşısına alan tepede, uçurumun kenarında açık havada ince uzun konuşlanmış bir akşam üstü keyif barı. Ama ne bar! Biz akşam üstü birer bira içelim diye gidip güneşi batırdık, üstüne biraz daha, biraz daha derken trenimizi kaçırdık. Hani mutlaka gidilecek mekanlar listesi vardır ya, heh işte burayı 1 numaraya yazın.
Gelelim Monterosso’ya. Monterosso diğer köylere göre daha büyük ve biraz kasabalaşmış diyebilirim. Köy; yemyeşil, çoğunlukla düz ayak (Nihayet!) ve upuzuuun kumlu (ve tuzlu $) bir sahili var. 5 köyün içinde, denize girmek isteyen turistlerin çoğunlukla geldikleri yer burası.
Biz tabii ki gene rahat durmadık ve köy merkezinde gezmedik yer, girmedik dükkan, yürümedik sokak bırakmadıktan sonra gözümüze köydeki en yüksek noktayı kestirip başladık gene tırmanmaya.
Monterosso’nun yolları diğer köyler gibi daracık değil, tepeye çıktığımız yol da yemyeşil, esintili, rahat yürünen bir dağ yoluydu. Köyün tepesine vardığımızda güzel bir kilise ve harika bir manzara bizi karşıladı. Şöyle bir gezip çıkalım derken, içeriden, göremediğimiz bir odadan yükselen ilahiyle oturduğumuz yere çakılıp kaldık. Derinden gelen ilahiyi bu kadar güzel ve içten söyleyen adamı görmeye çalıştım ama olmadı. Herhalde bugüne kadar ettiğim en derin dua o sırada gerçekleşti.
Kilisenin yanındaki uzun merdivenlerden çıkılarak ulaşılan, bayağı geniş bir alana yayılmış mezarlık oldukça etkileyiciydi.
5 yaşında hayatını kaybeden bir kız çocuğunun mezar taşına kendi yaptığı bir resmin birebir aynısı uygulanmış.
Cinque Terre’deki son günümüze yaklaşırken yakın çevrede bulunan Pisa ve Livorno’ya da gidelim dedik. Peşinen söyleyeyim Livorno’da bi halt yok. Yani ya da öyle demeyeyim de, galiba biz beceremedik Livorno’yu gezmeyi 🙂 Tabii alışmışız miniş miniş köylere, trenden inip hoop 5 dakikada merkeze varmaya, bütün güzelliklerin görüş mesafesinde olmasına. Livorno bize biraz büyük geldi. Koca şehri yürüyerek gezmeye çalışırsak olacağı buydu tabii. Öncesinde de Livorno’ya trenle 15-20 dakika mesafedeki Pisa’da yürüyerek bayağı uzun bir şehir turu yaptığımız için, üstüne bir de Livorno’da yürü yürü bir türlü şehir merkezine benzer ya da oturacak düzgün bir mekan bulamayınca biraz dinlenip pes ettik.
Pisa’da ise trenden inmemizle kendimizi minik Çin malı Pisa Kulesi heykelcikleriyle dolu çirkin bir pazarda bulmamız bir oldu. Güç bela pazarın içinden geçip, yemyeşil alanın üzerindeki birbirinden görkemli, içlerinde vaftizhane ve katedrallerin bulunduğu tarihi yapıların (Pisa Kulesi bunların yanında sönük kalıyor) ve Pisa Kulesi’nin olduğu meydana geldik. Meydan öyle kalabalık öyle kalabalıktı ki, şu aşağıda gördüğünüz fotoğrafa hiçbir insan sokmamayı nasıl becerdim hala hayret ediyorum. Kuleye sanırım 5-10 euro gibi bir miktar verip çıkılabiliyor ama ben yok dedim yok, istemem, bildiğin yamuk ayol.
Pisa’ya gelen turistler genelde trenden iner, Pisa Kulesi’ni gezer ve tren istasyonuna geri dönerlermiş. Pisa’nın içi, şehir merkezi bu turistik yapının pek ekmeğini yiyememiş. Pisa, ah bir daha gelsem dedirtecek bir özelliğe sahip olmasa da ve şehrin ruhunda bir eksiklik hissedilse de (bence), Pisa Kulesi’ni görüp, geldiğin gibi trene dönmekle de biraz haksızlık ediliyor sanki. Pisa, şehir merkezinde oturulabilecek güzel mekanların olduğu, ya da gelmişken biraz alışveriş yapayım derseniz her türlü mağazanın bulunduğu tarihi bir İtalyan şehri.
Monterosso, Vernazza, Corniglia, Manarola, Rio Maggiore… Öyle sevdim, öyle sevdim ki sanki başkasını daha çok sevemezmişim gibi!
Şimdi sizi bu 5 köyden de güzel, hani orada öleyim dersin ya, öyle güzel bir yere götüreceğim: Portofino
Cinque Terre’den ayrılık zamanı yaklaştıkça üzerime bir hüzün çökmedi değil. Valize Monterosso’dan aldığım kocaman limonu sokuşturup fermuarı da çektikten sonra son kez balkona çıktım. Bir daha göremeyecekmiş gibi bakmak ne zormuş!
Bir sonraki durağın uzun zamandır görmek istediğim Portofino olması da bir taraftan heyecanlandırıyordu tabii. Toplanıp trene atladık. Kıyı şeridi boyunca ne Cinque Terre’ler varmış meğer! Sırf onları gezmek için ayrıca gelmeli buralara!
Cinque Terre’den Portofino’ya gitmek için Genova istikametine giden trene biniyorsunuz ve Santa Margharita istasyonunda iniyorsunuz. Santa Margharita istasyonundan kalkan otobüslerle de yaklaşık 15 dakikada Portofino’ya varıyorsunuz. Biletler nedense bilet gişesinde değil de hemen yanındaki su ve dondurma satan büfede satılıyor 🙂 3 euro’luk bileti alıyorsunuz, atlıyorsunuz otobüse!
15-20 dakikalık yol boyunca her gördüğüm yerde “burda inelim!”, “şurda inelim!” deyip durdum çünkü Santa Margharita hakikaten çok yaşanılası, insanın içini açan, her yeri yaz kokan, palmiyelerle, deniz sesiyle dolu bir sahil şehri. Denizi güzel, restoranları güzel ve Portofino’ya da öyle yakın ki; oraya göre nispeten daha uygun olduğundan Santa Margharita’da kalıp, Portofino’ya da sıkça gidilebilir. (küçük hesaplar $)
Portofino’ya varınca gerçekten nefesim kesildi ve her gördüğüm şeye minik çığlıklarla tepki verir oldum. Vuruldum, vuruldum. Şahidim var!
Son dakika rezervasyon yaptırdığımız için bulduğumuz ilk otelde yer ayırtmıştık: Eden
Eden; gayet güzel, yemyeşil bahçeli, klasik dekorasyonlu, kibar çalışanların olduğu, hemen merkezde, meşhur Portofino meydanının dibinde şık bir otel. Balkonu…. Şaka şaka, bu sefer balkon yok.
Hotel Eden
Portofino meydanı fotoğraflarda göründüğünden de güzel. Minik limanın etrafı şık restoranlar ve barlarla çevrili.
Ancak restoranların en mütevazı görüneni dahi çok pahalı. Örnek verecek olursam sadece bir biraya 9 euro verdik. Akşam yemeği için seçtiğimiz Ö Magazin, Portofino’daki her yer gibi biraz tuzlu olsa da hemen deniz kenarında, şık dekorasyonlu, sakin, çok da güzel bir restorandı. Servisinden yemeklerinin lezzetine, ana yemeğinden kahvesine kadar her şey hakkını vererek hazırlanmıştı. Portofino’da 1 akşam yemek yiyelim derseniz hiç düşünmeden burayı tavsiye edebilirim. Önceki yazıda bahsettiğim Soho restorandan sonra en güzel yemeği burada yedik.
Portofino’da tırmanacak yer yok mu sandınız? Tabii ki var! Portofino’ya tepeden bakan Castello Brown’ın kendisi, içi, dışı zaten tarihi ve çok güzel ama bir de manzarası var ki! Kalenin bahçesinden kaç kare fotoğraf çektim, kaç dakika gözlerimi alamadan Portofino’yu seyrettim bilmiyorum! Kaleye kadar çıkmışken, yine tepede yaklaşık 10-15 dakikalık mesafedeki deniz fenerine uğramayı ihmal etmeyin. Yol boyunca kocaman bahçeli taş çiftlik evleri, etrafınızı saran çiçek böcek size eşlik edecek. Deniz fenerinin ayağında bulunan teras bar da mutlaka gidilmesi gereken yerlerden. Neşeli ve konuşkan barmeninin yaptığı Bellini ise Vernazza’dan sonra içtiğim en taze ve en lezzetli Bellini’ydi.
Hava biraz ısınınca ve yine fazla yürüyüp, tırmanıp, atlayıp, zıplayıp yorulunca ben denize girmek istiyorum diye huysuzlanmaya başladım. Daracık, ağaçlardan gün ışığının zar zor girdiği bir patikayı takip ederek, upuzuuuuun bir merdivenden indik ve ıssız bir koyla karşılaştık! Maalesef her bulduğu yerden denize girebilen şanslılardan değilim. Denizin dibindeki azacık büyük bir karaltı ya da sadece denizin dibini yeterince görememem, girememem için yeterli oluyor. Evet. Giremedim. Ama olsun, çok güzeldi. Aslında belime kadar girdim, sayılır mı?
Ertesi gün benim mızmızlanmalarım sonucunda girebileceğim bir koy aramaya başladık. Hem kalabalık olduğundan hem de girişleri çok pahalı olduğundan (70 euro’ya kadar çıkıyor) biz yine temiz, ıssız güzel koylar bakınmaya başladık ve bulduk!
Bu koy tüm tatil boyunca en sevdiğim koylardan biri oldu. Sakin, temiz, huzurlu… Cinque Terre’de de, Portofino’da da işletmelerin çöreklenemediği, herkese açık olan birçok kıyı, ıssız koylar bulunuyor. Dolayısıyla girişi 30 euro’dan başlayan plajlara girmek zorunda bırakılmıyorunuz. Bu herkese açık koylarda herhangi bir şezlong ya da tesis bulunmuyor ve inanın çok daha temiz ve güzeller.
Tesadüfen bulduğumuz minik koydaki bu turuncu ev, söylendiğine göre Dolce ve Gabbana ikilisinden birine aitmiş.
Havası, suyu, kokusu, mavisi, yeşili… Portofino belki de hayatımda gördüğüm en büyüleyici yerlerden biriydi. Devasa yatlarından sadece Louis Vouiton’a girmek için inen jet sosyete tayfasına ve bize aynı anda hitap edebilecek kadar da zeki ve güzeldi.
Portofino’yu bir kelimeyle özetle derseniz cennet! derim. İki kelimeyle özetle derseniz pahalı bir cennet! derim.
Her güzel şeyin bir sonu var! Portofino’dan ayrılmak sandığımdan daha üzücü oldu. Zamanınız olursa siz gitmişken en azından birkaç gününüzü Portofino’ya ayırın derim. Etrafı gezip gördükten sonra şöyle sakince oturup, sadece hissetmek, dinlemek için de biraz zaman kalsın.
Portofino’dan trenle yaklaşık 40 dakikada kolayca Cenova’ya vardık. Elimizde fazladan 1 gün daha olduğundan valizleri attığımız gibi tatilin ilk günü tanıştığımız Genova’da biraz daha zaman geçirip, bizi hayal kırıklığına uğratmayacağını bildiğimiz Soho’da son akşam yemeğimizi yedik ve Genova’ya veda ettik!