
Doğunun Kraliçesi; Antakya
Yaz henüz bitmemişken, güneş son sıcaklığını paylaşırken biz yine nerelere gitsek acaba diye düşünmeye başlamıştık. Bir Likya Yolu yürüme hayalimiz vardı aslında. Şöyle bir maceraya atılsak, kendimizi yabana atsak diye çok geçirdik içimizden. Ama vakit temmuzdu, ağustostu. Sıcaktı yani. Ve dağ başında çadırda kalma fikrimize alışamayan anne baba faktörleri de olunca bizim Likya Yolu hayal oldu. Daha doğrusu erteledik diyelim.
İlerleyen zamanlarda hayal mi oldu ertelendi mi belli olacak. Ak koyun kara koyun açığa çıkacak sevgili okurlar.
E orası olmadıysa neresi olsun nasıl olsun diye düşünmeye başladık. Bir denize girip miskinlik mi yapalım yoksa tarihe kültüre mi doyalım diye sorduk kendimize, bir de nerelerde eşimiz dostumuz olduğunu. Burası en önemli nokta. Elif’in abisi, ki kahramanımızdır kendisi, bize şöyle der: ”Bedava mezar bulsanız, orada da kalırsınız siz!”
Doğrusu abim haksız sayılmaz, onu da yaparız.
Hatay gidip görmek istediğimiz ama eşimizin dostumuzun olmadığı bir yerdi aslında. Öyle çok istedik ki gitmek tamam dedik, bir otel bulalım şöyle öğrenci işi. Ama ona da gerek kalmadan bir eş dost vasıtası araya girdi, sağ olsun. Merkeze yakın bir misafirhanede konaklamamızı planladık. Nuri Amca’ya selam olsun.
Canım Nuri Amcam!
Günü değerlendirebilmek adına sabahın bir körüne bilet aldık tabi, kahraman bir Caner abimiz vardı ne de olsa. Bizi bir çırpıda atıverdi havaalanına.
Bu ”bir çırpıda” kesinlikle mecaz anlamda değil.
Yine sabahın ilk sularında Hatay Havaalanı’na vardık.Havaalanından kalkan servislerle Antakya’ya, İskenderun’a kolayca ulaşabilirsiniz. Biz biraz geniş bir rota çizmiştik kendimize. O yüzden araba kiralamayı tercih ettik. Hedefimiz ilk gün Antakya civarındaki köyleri görmek, sonraki günde Antakya’yı keşfetmekti. Hatay Havalimanı’ndan Arsuz’a doğru yola koyulduk.
Ekim ortasında Hatay sabahları gayet serin, öğlen de epey sıcak bilginize. Akşama doğru yine hafif bir serinlik oluyor. Tedbirli olmak lazım.
Hastalık havası denilebilecek kadar var o yüzden giyiminizi üşüdükçe üzerinize geçirebileceğiniz kıyafetlerden yana kullanmanızda fayda var.
Havalimanıyla Arsuz arası yaklaşık 75 km. Yol çok sakin. Deniz kıyısından tin tin keyifli bir yolculuk bekliyor sizi. Arsuz’a varmadan görmek istediğimiz küçük bir köy vardı: Gülcihan. Bir mola vermek için Gülcihan’a uğrayalım istedik. Yolumuz denizle kesilene kadar köyün içinde ilerledik. Evet belki tatil sezonu değildi ama yine de sabahın bir vaktinde tontiş bir amca serin sularda sabah sporunu yaparken, biz de sahildeki otellerden birinin çay bahçesinde sade kahvelerimizi höpürdetiyorduk. Ah bu yeni nesil tembelliği…
Keyif kahvelerimiz tamam. Yola koyulmaya hazırız
Tembellik mi? Kim? Aaaa keyif yapmaktı amaç. Bu arada Gülcihan adını Kleopatra için ekilen güllerden alıyormuş, buda burada dursun.
Aman daha çok kilometremiz var diye zengin kalkışıyla yola koyulduk. İstikamet Arsuz. Burada ‘Meryem Ana Havuzu’ görmekti niyetimiz. Ama haritada da, navigasyonda da yok kendisi! Eski usül , kahvedeki amcalar bilir bilse bilse diye kahvede en popüler gözüken amca grubuna yol tarifi sorduk. Allahım amcadaki telaş, asabiyet! ”Gidemezsiniiiz! Ora dağ, bayııır! Yolu kötü! Bu araba çıkmaz! Jandarma izin vermez! Jandarmadan izin alın!” dedi. Gerçekten dedi. Yanındakiler de şüpheye düştüler, seslerini çıkaramadılar. Ortada kesin bir tarif yok! E madem jandarma var, izin diyorlar, soralım dedik. Fakat jandarma da biz onlara söyleyince haberdar oldu bu havuzdan! Olursa yolu düşen Meryem Ana Havuzu’na, bizi de bilgilendirin size zahmet. İçimizde kaldı!
Peki bizim amcanın lafına uyup jandarmaya gitmemize ne demeli!
Tarihi bir liman varmış, Konacık Limanı. Onu görelim dedik. Köy yollarından, mısır tarlalarının arasından az gittik uz gittik. Az önce de bahsettiğim üzere navigasyon buraları keşfedememiş daha, bakkal amcalar sağ olsunlar rehber oldular, üstüne de mandalina ikramında bulundular. Hem de dalından. Ya da galiba ben yüzsüzlük yapıp istemiş de olabilirim. Mandalinamızı ve yol tarifimizi alıp limana doğru yola koyulduk tekrar. Konacık Limanı’nda biraz soluklanıp ayacıklarımızı denize soktuktan sonra yola devam ettik.
Arsuz bitti. Bu kadar. Görmek istediğimizi göremedik, gördüklerimiz de eeehhh idi. Artık vakit Samandağ’a yolculuk vaktiydi..
Bizim planımız Samandağ’a Arsuz’dan, kıyıdan gitmekti. Ama bize önerilen geldiğimiz yolu geri dönüp Antakya üzerinden yola devam etmemizdi. Oranın yolu çok daha düzgünmüş dediler, biz de onlar daha iyi bilir deyip tavsiyeye uyduk. Yaklaşık 90 km yol alarak Antakya’ya vardık.
Bir yemek molası vermenin zamanı gelmişti artık. Fark ettiyseniz henüz bir yeme faaliyeti yok ortada. Bu noktada giriş yapıyoruz. İlk durak Abdo Döner. Saray Caddesi üzerinde küçücük bir dükkan. Turşusu ve yeşilliğiyle masamızı donattılar başlarken. Sonra da özel sosla lavaşa sarılmış dönerlerimiz geldi. Burası hem lezzetli, hem de uygun fiyatları olan bir mekan, boş geçmeyin derim.
Hızlı bir yemek molasından sonra Harbiye Şelaleri’ni görmek üzere yola koyulduk. Antakya Harbiye arası yaklaşık 10 km. Burası hikayelerde Defne ve Apollon’un nasıl kavuşamadığının anlatıldığı yer. Hikaye kısaca şöyle: Apollon, Eros’a ileri geri konuşmuş. Yok sen kimsin ok atmak kim. Benim elime su dökemezsin vs. Eros tabi altta kalır mı? İki ok yapmış. Biri saplandığı kişiyi aşkla dolduran, diğeri de nefretle. Aşk dolu ok Apollon’a, nefret oku ise güzeller güzeli Defne’ye saplanmış. Apollon Defne’ye umutsuzca aşık olurken, Defne ise O’ndan köşe bucak kaçıyormuş. Defne o kadar yorulmuş ki kaçmaktan, toprak anadan yardım istemiş. Defne’nin bu çağrısına sessiz kalmayan toprak ana, Defne’yi oracıkta mis kokulu bir ağaca çevirmiş. Apollon ise harap halde zavallıcık. Üzüntüyle defne ağacının gövdesine sarılıp , sevdiğini ölümsüz kılmak için defne yapraklarından taçla süslermiş saçlarını. Defne ise Apollon’a boyun eğmiş, gözyaşları Harbiye Şelaleleri oluvermiş.
Harbiye Şelaleleri. Fotoğraf emektar Zenit’ten
Harbiye’de şelalelerin üzerindeki çay bahçelerinde ayacıklarınızı buz gibi sularda şıp şıplatırken, sıcak çayınızı yudumlayabilirsiniz. Ayrıca patika boyunca dizilmiş küçük esnaflardan farklı yoğunluklarda defne sabunları alabilirsiniz. Harbiye’nin defnesi, defnenin de sabunu meşhur burada. Efendim bu defne sabunu var ya cildi nemlendirir, kepeği önler, saç dökülmesine iyi gelir diyorlar. Bir de mis gibi kokusu var. Buralara kadar gelmişken almamak olmaz!
Şelalenin suyu soğuk, pardon pardon ne soğuğu buz gibi olduğundan dolayı bu sularda şıpırdattığınız ayacıklarınızı çok fazla içeride tutamayacaksınız.
Harbiye’nin soğuk sularında, sıcak çay. Afiyet olsun!
Rotadaki yeni durak Harbiye’den 15 km uzaklıktaki Değirmenbaşı Köyü’nde bulunan St. Simon Manastırı. Başımıza gelen bir dizi olaya geçmeden önce belirtmek isterim ki burası gerçekten görülmeye değer. Yani olurda ‘’Aman burayı da görmeyelim” gibi bir düşünce geçerse aklınızdan, çabucak savuşturun onu. Gün yoğun olabilir, burayı sonraya bırakmak isteyebilirsiniz.. Ama muhakkak görün derim.. Antakya içinde ulaşımı kolaylaştıran otobüsler, dolmuşlar mevcut. Ama bunlardan manastıra gideni ne yazık ki yok. Araba kiralamış olmak Antakya seyahatanizde size kolaylık sağlayacaktır.
Biz nasıl yol gittiysek artık yakıtımız epey azalmış. Gel gelelim yol üzerinde çalışır durumda olan tek bir benzinci bulamadık. Dedik ki tamam, bu bizi idare eder. Köy zaten 15 km. Dönüşte alırız. Gördük Değirmenbaşı Köyü’nü ve köyün girişinde de ”St.Simon Manastırı 6 km’’ tabelasını. Hah, yakınmış. (!) Şimdi bizim gibi hataya düşmeyin diye hemen uyarıyı yapıyorum burda. Bizim yaptığımız gibi 6 km köyün içine gitmeyeceksiniz, sağınıza solunuza iyi bakın. Çünkü köyün içine doğru bir tabela daha göreceksiniz, o tabela sizi bir yerlere tırmandıracak. O yolu takip etmeniz gerek. Rüzgar türbinleri arasından yokuşlar çıkacaksınız, ta ki yol bitene kadar. Yolun sonunda da manastır sizi karşılayacak. İkinci tabelayı gözden kaçırmamız bize fazlaca yol yaptırıp, tükenmeye yüz tutmuş yakıtımızı yok yere harcattırdı! O yüzden bu yol bizi birazcık heyecanlandırdı.
Manastır için bilet gerekmiyor. Ziyaret etmek istediğinizi söylediğinizde içeri alınıyorsunuz. Aracınızı manastırın girişine bırakabilirsiniz.
St.Simon bu manastırda bir sütunun üzerinde 40 yıl yaşamış. Manastır, Asi’yi kuş bakışı izleme fırsatını veriyor size. Eşsiz manzara ve rüzgarın sesi bir olunca huzurlu bir sessizlikle başbaşa kalıyorsunuz. Manastırın atmosferi beni oldukça etkiledi. Sıcak Hatay havasından ve gerilimli bir yolculuktan sonra burada olmak tüm ihtiyacımız olandı sanırım.
St.Simon Manastırı
Benim St. Simon Manastırı’nda en sevdiğim kısım bir surun üstüne oturup dostumla birlikte Asi Nehri’ni tepeden selamlamaktı.
Manastırdan ayrılırken aklımızda tek rota vardı: benzin istasyonu. Daha fazla sürünmeden arabamızın da karnını doyurduk ve Titus Tünelleri’ni görmek üzere Çevlik’e doğru yola çıktık. Değirmenbaşı-Çevlik arası yaklaşık 18 km. Biz Titus’a vardığımızda gün batmak üzereydi ve bekçi Titus’u kapatıyordu! “Aman” dedik, “Dur bir görelim” diye rica ettik. “İyi madem, şu beton yolu takip edin, kaybolmazsınız.” dedi bekçi. Böylece bizi az buçuk ürperten keşfimize başladık.
İmparator Vespasianus, Seleukeia Pieria liman kentini , sel sularının getirdiği alüvyonlardan korumak için dağı delerek bir tünel açmaya karar vermiş ve Titus Tünelleri’nin yapımına başlamış. Lakin ömrü vefa etmemiş tünelin tamamlanmasını görmeye. Oğlu Titus babasının projesine ön ayak olmuş ve tünelin inşaası böylece tamamlanmış.
Titus Tüneli
Tünellerden sonra beton yolu takip ederek kaya mezarlarının olduğu başka bir kısmı da ziyaret edebiliyorsunuz. Yolun bitiminde sizi karşılayan merdivenlerden aşağı inerek Kaya Mezarları’nı ve Beşikli Mağarası’nı görmeniz mümkün. Fakaaaaat burası bizi birazcık ürküttü! Yani merdivenlerden indik, biraz bakındık. Bunu niye yapmışlar diye düşündük. Bir cesaret ilerlemek istedik fakat olmadı. Zaten son baktığımda Elif geldiğimiz yöne doğru paytak paytak koşuyordu. ”Korku filmlerinde hep arkada kalana olur her şey, kusura bakma!’’ Canım arkadaşım benim.
Yok yahuu ne alakası var! Ben önden rehberlik etmek için gidiyordum.
Tamam tamam biraz korkmuş olabilirim.
Evet çok korktum.
Beşikli Mağarası. Elif’in en sevdiği yer.
Biz Titus’tan ayrılırken gün yavaş yavaş batıyordu. Çevlik’in sahilinde gün batımını da gördükten sonra sıradaki rotamıza, adını bir türlü doğru söyleyemediğimiz Hıdırbey Köyü’ne doğru yola çıktık. (Bizim için nedense Hıdırlı orasının adı.) Sıradaki durak, sonraki yazıda! : Hıdırbey, 9 km.